İnsanlığın Zirvesine Yolculuk…


Dağcılığımın ilk yıllarıydı… Yani uzun seneler öncesinde, dağların reisi Muhammet Önçırak abimle semer tipi sırt çantalarımızı şehrin cadde sokaklarından geçerek Fırtına Vadisi boyunca taşıyıp Kaçkarlara doğru yol alırken gerek bölge esnafı gerekse yöre halkı tarafından “Bu adamlar arkalarına aldıkları bu saçma ağırlıklarla, çuvala benzer şeylerle ne dolaşıyorlar ki? Yorulmuyorlar mı?” vb. birçok söz söylemişlerdi arkamızdan… Ağırlığın, yükün ve heyecanın görsel açılımıydı belki de bu sırt çantaları…

Bizlere neden böyle sözler söylendiğini o gün hiç anlayamamıştım… Türkiye Dağcılık Federasyonu (TDF) Rize İl Temsilcisi dağların reisi lakaplı Muhammet Önçırak abim, yüzümdeki şaşkınlığı anlamış ve bana “Bu insanlar bir gün gelecek elbet bizleri anlayacaklar, sen hiç merak etme… Biz dağcı ve doğaseverler olarak, yaptığımız faaliyetlerimizde Kaçkar Dağı ve eteklerindeki doğayı koruyup kollamak, bölgedeki doğal güzellikleri keşfetmek ve yüksek zirveli dağlarına tırmanmakla gurur duygusunu kat be kat yaşarız… Onun için söylenen sözler bizim şevkimizi kıramaz… Hedefimiz Kaçkar Dağı’nın zirvesi olsun… Biz yolumuza devam edelim…” demiş, motivasyonumu da zirveye çıkartmıştı…

Bu etkinlik, dağcılık faaliyetine başladığım ilk dönemlerime denk gelmişti… Dağcılık etkinliği için olması gereken yeterli malzememiz yoktu… Etkinliğin heyecanından olmalı ki malzeme eksikliğini hiç düşünmez olmuştum… Ayağımda bileğimi kavrayacak kadar kırmızı renkli bez ayakkabı, Alman arkadaşım Bernard Welmens’in hediye olarak getirdiği semerli sırt çantamda annemin ördüğü keçi kılından üç adet çorap ve diğer giysilerimle birlikte dağcılık için gerekli ama fazla ağır olmayan teknik malzemeler vardı… Kamp için gerekli ve kiloca ağır olan malzemelerin çoğu Muhammet abimin çantasında yer alıyordu… Karabina, sekizli, sikke ve iplerle ilk kez tanışmıştım… Dağların reisi abim ile yol boyunca dağcılığın temel kurallarını, gerekli olan malzemelerini ve hatta bölgenin coğrafyasını konuştuk. Belli bir zaman aralıklarında verdiğimiz molalarda da harita okumayı öğreniyordum…

… Hava kararmak üzereyken Ayder Yaylası girişindeki gürgen dibi mevkiine kadar gelebilmiştik… Yolun sol tarafında kurulu olan çoban çadırının içinden önce bir teyze, ardından da bir amca çıkmıştı… Biz yaylaya doğru yolumuza devam ediyor, çadırdan çıkanlar ise bize doğru yol alıyorlardı… Nihayet yolumuz kesişti… Teyze, “Siz şimdi açsınız, kim bilir kaç saattir yoldasınız? Sizi bir yere bırakmam…” dedikten sonra kocasına dönüp, “Ne bakıyorsun? Çocukları aç, susuz yola mı salayım?” Kocası, “Hayır. Ben onları yola salalım demiyorum ki… Elbette senin dediğin gibi misafir edip, karınlarını doyuracağız. Gerekirse gece de yatmalarını sağlayıp güzelce bir uyku çekmeleri için ricada bulunacağız.” demiş ve bizleri şaşkınlık içinde bırakmışlardı. Ne diyeceğimizi bilemez halde birbirimize bakakalmıştık… Teyze “Şaşkın ördek gibi ne bakıp durusunuz? Hayden çadıra (hep birlikte çadıra)…” diyerek bizleri önüne katmış, sıcacık çoban çadırının içinde kendimizi bulmuştuk… İkram edilen yemekten sonra yorgunluğun  ağırlığını taşıyamayan bedenim sayesinde oturduğum yerde uyuya kalmışım… Sabah, üzerimdeki keçe battaniyenin sıcaklığıyla uyanmıştım. Bir de mis gibi tereyağı ve küflenmiş yayla peynirinin o doyumsuz kokusuyla… Teyze çoktan kalkıp kahvaltıyı hazırlamış tavşan kanı çayları bardaklara boşaltmaya başlamıştı… İşte o zaman insan sevgisinin, merhametin, gönül zenginliğinin, misafirperverliğin ne anlama geldiğini bilfiil yaşamıştım. Hiç tanımadığımız insanlar herhangi bir karşılık beklemeden bizi misafir etmiş, karnımızı doyurmuş, “insanlık”ın anlamını sorgulatmış, köylünün ve kentlinin farkını yaşatmıştı… Daha da fazlasını haftaya paylaşmak ümidiyle… Sağlıkla kalın…